physique sociale


"Physique Sociale" terimini yukarıda görmüş olduğunuz Quetelet efendi, Comte'dan araklamış. Quetelet ayrıca l'homme moyenne'iyle de meşhur (average man). İstatistiği sosyal bilimlere entegre ederken ortalama adamdan sapmalara "erör" demesi de beni benden aldı.

Neyse, fizik sosyal'in Quetelet tarafından kullanıldığını duyan Comte ne demiş?

"Sosyoloji"

*
Yeryüzündeki en fantastik akademik ayarlardan biri olsa gerek.

"nazlı daha çok küçük, ama işe yarıyor"


Aşağıda alıntılayacağım şiir epey uzun çünkü alfabenin baş harflerinden isimler seçilerek dizayn edilmiş ve adı da "Kalabalık Aile", Hayat Bilgisi 3. sınıf kitabından, Firdevs Gümüşoğlu'nun "Ders Kitaplarında Cinsiyetçiliğin Seksen Yıllık Serüveni" adlı araştırmasından. Toplumun kadına ve erkeğe biçtiği rollerin, kişilik özelliklerinin özeti gibi. Bakalım siz ne düşüneceksiniz.

Aysel minik bir kızdır. Her sabah erken kalkar;
Yüreğinde herkese karşı büyük bir sevgi var.
...
Can güzel romanlara, şiirlere meraklı,
Çok ünlü bir yazıcı olmakta onun aklı.
Çetin daha şimdiden kaptanlığa heveste,
Bu ayıp değil ya, bir heves var herkeste.
Duygu terzi olacak onun aklı dikişte
O da ilerleyecek umarım ki bu işte.
...
Güngör, ya mühendis yahut mimar olacak;
Sadece bu işlerden hoşlanır o da ancak.
Hale, nazlı bir kızdır ne konuşur, ne güler,
İki yanından sarkar ipek saçlı örgüler.
Işık'sa yumuşacık nazlı ve şirin bir kız.
Pek çabuk hastalanır, hiç zora gelmez yalnız.
...
Nazlı daha çok küçük, ama işe yarıyor,
Ortalık süpürüyor, toz, örümcek alıyor.
Remzi keskin bakışlı, korku bilmez kahraman.
Bütün kardeşlerinden daha çetin ve yaman.
Şükrü küçük bir subay, şimdiden asker gibi,
Yürüyüşü gezişi bir kahraman er gibi!
*

Ya işte öyle!

(Not: Bold ve italikler bana ait.)


23 Nisan'da bu blog Lila Doğa Sağnak'ın :)


"Ben bir çocuğum, 18 yaşına kadar çocuk haklarıma sahibim." - Lila Doğa Sağnak, UNICEF

23 Nisanları seviyorum, gerçi çocukken daha çok severdim. Minik bir folklorcü olarak 23 Nisan benim için İzmir'in sıcağında o kat kat folklor kıyafetleri ve başlıklar altında heyecanla sahneye çıkmayı beklemekti. İnsan büyüdükçe daha bir eleştirelleşiyor, eleştirelleştikçe de huysuzlaşıyor. 

23 Nisan, bir çok ülkeden çocuklar biraraya geldiği, birbirlerini ağırladıkları ve birbirleriyle konuşmaya çalıştıkları için, beraber dans ettikleri, beraber top oynadıkları, beraber güldükleri, beraber alkışladıkları için güzel.

23 Nisan, bu çocuklarla birlikte güler, onlara sarılırken aynı zamanda bu dünyanın vurulan, kırılan, yakılan küçük kalplerini de hatırladığımız, onlar için üzüldüğümüz, onlar için sokaklara döküldüğümüz, dünyanın tüm çocuklarının barış ve sevgi ile büyümelerini istediğimiz, başka bir dünyanın mümkün olduğuna inandığımız zaman güzel. 

Çocuk bayramımız kutlu olsun. 


MBA Scepticism III

"The Classical literature projects the image of strategists as managerial professionals, dedicated to their firms, impersonal in their judgements and promoted on their merits. These are the expectations and attitudes embedded in every MBA degree: managerial skill and hard work can take everybody to the top."
 Whittington, R. (2008) What is strategy – and does it matter? Thomson, London. (p. 41)

Hasankeyf'ten ellerini çek!

Doğa Derneği muhteşem bir video hazırlamış daha önce de yazdığım bu konuyla ilgili. Kredi vereceklerden birinin de Akbank olduğunu hatırlatalım. Doğa ve kültür düşmanlarına eşit mesafede olmak lazım. 

MBA Scepticism II

It used to be the gods that determined the fate of men and women; now, at least in MBAs, it is the strategists.

For instance, Enron was one of the prime recruiters of MBA graduates from elite North American Business Schools, the organization fostered a competitive environment which encouraged strategists to cut corners and take risks. How are we to make sense of the role that Business Schools have played in this?


Clegg, Steward, Carter, C. and Kornberger, Martin (2004), “Get up, I Feel like Being a Strategy Machine”, in European Management Review, 1: 21-28

MBA Scepticism

...we do not know how effective strategists are made. This is despite huge investments in business education, especially MBA degrees, in which strategic management is typically the central core (Pfeffer and Fong 2003; Pettigrew et al. 2001). If MBA sceptic Henry Mintzberg (2004) is right, this education industry is probably producing the wrong kind of strategists. 

Whittington, Richard (2006), “Completing the Practice Turn in Strategy Research”, Organization Studies, 27(5): 613-634

reaction paper on resource based view of strategy

Resource based view perspective of strategic management sees strategy as an object that has price and could be bought and sold by the firms. This approach is especially explicit in Barney’s (1986) “Strategic Factor Markets” article where he draws a neoclassic perfect market picture and trades strategic resources instead of goods/services.  Thus, RBV also assumes a firm level rationality since firms estimate these strategic resources’ return potentials and decide a price for them, then make buy/not buy decisions. Plus, they are also able to manage uncertainty. However, in this uncertain environment it is possible that they could overestimate, underestimate or accurately estimate the value of a strategic resource and when the expected return of a strategy is lower than actual return this is explained by good fortune or vice versa (Barney, 1986). In addition, what makes a resource a strategic resource that creates competitive advantage is clearly prescribed; Valuable, Rare, Imperfectly Imitable and Organized (Ambrossini, 2007). Also, the core question of mainstream strategic management that is “sustainable competitive advantage” for a firm is prescribed as having VRIO resources, which brings the tautology criticism that is broadly criticized in Priem and Butler’s (2001a) article.

Besides suffering from being tautological, in my opinion, the main problem in RBV is that; although it is very prescriptive, it is not clear in measurement criterions of resources. The answer to rarity or imperfect imitability may be quite simple but it also suffers from assuming only a snapshot of time since we would not know if a resource that is rare or imperfectly imitable today will also have same characteristics in the future. Also, since RI is not sufficient for a resource to provide sustainable competitive advantage, we should also be able to measure its value and define it as somehow valuable; however, both how to measure and to what extent a resource should have a value in order to be defined as valuable is too abstract. In fact Barney (1986) argues that even management should not know that the firm has a VRIO resource because if they know it could also be known by the competitors and could be imitated. Then, how a firm could protect its unknown VRIO resource without knowing what it is? Or if a firm should be Organised to exploit a VRI resource in order to make it a source of sustainable competitive advantage, how this organizing could be done without knowing what resource to exploit?

These questions, together with “good chance, winner’s curse, good fortune” discourse that Barney (1986) uses lead me to think that although RBV tries to build its assumptions on neoclassical economics, it is rather evolutionary indeed. More clearly, whatever strategy a firm thinks that it obtains, its sustainable competitive advantage depends on a VRIO resource that the firm has without knowledge and that is unexpectedly and by chance acquired at a lower price and thus have over normal returns. Plus, if we define sustainable competitive advantage to be continuously selected by environment, we could also escape from tautology. Finally, we should also accept that a VRIO resource will not be always a strategic resource for a firm to survive but there should be actors that form, (re)organize and evolve that resource while the context is also changing and neither actors nor context exist in RBV.

(This post has something to do with that one)

Doing strategy

"If strategizing is everything, then maybe it is nothing."
a paraphrase of Wildavsky (1973) in Johnson, Langley, Melin, Whittington (2007) Strategy as Practice, Research Directions and Resources, Cambridge University Press, UK (Chapter 3)

Hasankeyf Yok Olmasın! Sesini Duyur! Bankaları Durdur!

Kendini "çevreci" olarak duyuran ve doğaya destek projelerini gururla listeleyen Garanti Bankası, güzelim Hasankeyfin yok olmasına sebep olacak Ilısu baraj projesine kültür ve sanat destekçisi Akbank ile birlikte kredi sağlamaya karar vermiş, üstelik Avrupa kredi kuruluşları bile bu projeye kredi desteklerini çekmişken.

Doğa Derneği "Bankaları Durdur!" başlığıyla bir protesto metni yayınladı. Bir dönem maaşımı Garantiden aldığım için hem hesabım hem de kredi kartım var, yarın (0212) 318 15 54 no'lu telefondan kurumsal iletişim departmanlarını arayıp Ilısu barajına desteklerini çekmezlerse 1 ay içerisinde bankayla ilişiğimi keseceğimi bildireceğim ve örnek mektubu da hem faks hem e posta ile göndereceğim. Çevreci banka diye kendilerini pazarlarken şu yaptıkları ciddi sapmayı kimse söylemediyse biz söyleyelim.



Konuya ilişkin bilgi ve bankalara gönderebileceğiniz örnek mektup:

BANKALARI DURDUR!
Garanti Bankası ve Akbank'a Sesini Duyur: Hasankeyf Yok Olmasın

Ilısu Barajı Projesi nedeniyle sular altında kalma tehlikesiyle karşı karşıya olan Hasankeyf ve Dicle Vadisi, UNESCO Dünya Mirası kriterlerinin onda dokuzunu sağlayan dünyadaki tek doğa ve kültür mirası.

Böylesine önemli bir "Dünya Mirası"nın yok edilmesini kabul etmeyen Avrupa bankaları Ilısu Baraj Projesi'nden çekilirken, Türkiye'nin en "çevreci" bankası olarak bilinen Garanti ve "kültürel sorumluluk çalışmaları" ile tanınan Akbank, baraj için yabancı bankaların bile vermediği krediyi veriyor, Hasankeyf'in yok oluşuna önayak oluyorlar.

Akbank ve Garanti Bankası projeden çekilmek için daha ne bekliyor?

Bankaları durdurmak için:
1. Bu mesajı, üye olduğunuz gruplara, arkadaşlarınıza, tanıdıklarınıza iletin, onları da eyleme geçmeye çağırın.
2. Alltaki örnek mektubu e-posta veya faksla üzerinde verilen adreslere gönderin.
3. Kurumsal iletişim bölümlerini arayarak bankaların böyle bir projede yer almalarını kınadığınızı söyleyin ve kredi desteğini geri çekmelerini talep edin.
          * GARANTİ BANKASI: (0212) 318 15 54
          * AKBANK: (0212) 385 62 75
4. Bu bankalarda hesabınız varsa, şubenize giderek çalışanlar ve şube müdürlerine şikâyetinizi iletin.
5. Akbank ve Garanti Bankası projeden çekilmezlerse bankalardaki kredi kartı ve hesaplarınızı kapatın ya da kapatacağınızı söyleyin.
6. Doğa Derneği Facebook grubuna katılarak gelişmeler hakkında düzenli bilgi alın

Hasankeyf Dünya Mirası'nın korunması için verdiğiniz destekten dolayı teşekkür ederiz.

Doğa Derneği

ÖRNEK MEKTUP

Konu: Akbank, Garanti Bankası ve Ilısu Barajı

Hasankeyf, UNESCO kriterlerine göre, bütün toplumlar için korunması gereken bir dünya mirasıdır.

Hasankeyf'in içinde bulunduğu Dicle Vadisi'ndeki yaşamın sürmesi tüm insanlığın ortak sorumluluğudur.

Bu nedenlerle, birçok uluslararası kuruluş ve Avrupa bankaları, buradaki yaşamı yok edeceği kanıtlanmış olan Ilısu Barajı Projesi'nden geri çekilmiştir.

Akbank ve Garanti Bankası'nın dünyanın en önemli doğa ve kültür miraslarından biri olan Hasankeyf'i yok edecek Ilısu Barajı'nı desteklemesini veya bu projeyle herhangi bir ilişkisinin olmasını kabul etmiyorum, edemiyorum.

Türkiye'deki milyonlarca insanın güvenerek yatırım yaptığı, doğanın ve kültürün korunması için önemli çalışmaları olan bankalarınızın bu tarihî hatadan ivedilikle geri adım atmasını temenni ediyorum.

Hasankeyf'i yok edecek Ilısu Barajı Projesi'nden çekildiğinizi ve Hasankeyf'i yaşatmak için destek olacağınızı söyleyen bir açıklama, bankanızın hem bugüne hem de geleceğe yapacağı en doğru yatırım olacaktır.

Saygılarımla,

AD SOYAD

Gönderim Adresleri:

Suzan Sabancı Dinçer
Yönetim Kurulu Başkanı
Akbank
Eposta: cigdem.ozer@akbank.com; murat.gollu@akbank.com
Faks: 0212 2781837

Ferit Faik Şahenk
Yönetim Kurulu Başkanı
Garanti Bankası
Eposta: fundaotyam@garanti.com.tr; gozdep@garanti.com.tr
Faks: 0212 3181004

Milgram Reloaded




Yukarıdaki video Fransa'da bir yarışma programından alınmış, aslında klasik Milgram deneyini yarışma formatına uydurmuş yapımcılar ve işte yarışmacılara soruyu bilemeyen rakibine elektrik vermeleri istenmiş. Düzeneği de gösterdikten sonra sorumluluğun tamamen programın yapımcısında olduğu belirtilmiş ve 80 yarışmacının %81'i rakibi sandığı ama aslında aktör olan adam çığlık çığlığa bağırmasına rağmen elektrik vermeye devam etmiş, bir kısmı 450 volta kadar çıkmış. Bu bilgiyi ntvmsnbc'deki videodan öğrendim.

Milgram deneyi genel anlamda otoriteye boyun eğmeyi ölçer ver klasik deneyde bir öğretmen ile öğrenici vardır, onlara bu deneyin hafızayla ilgili bir deney olduğu söylenmiştir ve öğrenici soruyu bilemedikçe öğretmen öğreniciye elektrik verdiğini sanır. Öğrenici voltaj arttıkça çığlık atmaya başlar, hatta bir süre sonra hiç sesi çıkmaz yani aslında ölmüş bile olabilir ve o sırada odada olan ya da başka bir yerden seslenen deneyi yüreten profesör rolündeki adam "Hiç cevap vermemek yanlış cevap sayılır, deneyi sürdürmeniz gerekiyor, deneyin doğru sonuçlanması için devam etmeniz önemli, lütfen devam edin." der, ve deneklerin büyük bir çoğunluğu elektrik vermeyi sürdürür. 

Bu yarışma programında da "hepimiz caniyiz"den daha farklı bir sonuç çıkmamış aslında, ama beni dehşete düşüren, öğrenme deneyinde olduğu ve devam etmesi söylenen insanlar "bilimsel katkı" yaptıklarını ve bunun çok önemli bir şey olduğunu vs. de sanarak devam ediyorlardı belki biraz da, yani ben insanların bilimi çok yüce bir şey görmelerinden dolayı da itaat etme oranları artıyor diye düşünüyordum, ama şimdi iş iyice değişti, altı üstü bir yarışma, elektrik verme işi fancy hale getirilmiş renkli renkli düğmeler vs. ve üstelik aktör deneylerdekinden çok daha ciddi çığlıklar atıyor. Elektrik vermeyi sırf bir yarışmayı kazanmak için sürdürüyor insanlar. Bu işte çok daha korkunç.

when ernst & young



Kurumsal kültür, takım ruhu vs. derken big four'daki bir firmanın nasıl "ridiculous" duruma düşebileceğinin ispatı gibi bu video, şarkı, marş. Denetçilerimiz bu konuda ne düşünüyorlar ayrıca merak etmiyor değilim  ve en kısa zamanda da fikirlerini soracağım, aslında faaliyet raporuna uygunluk görüşü almadan bu postu yapmam ne kadar doğru oldu o konuda da kafam biraz karışık ya, bakalım.

Her neyse, "When ernst & young showed me a better way" diyerek hem firmanın danışmanlık vasfına hem de çalışanlarına sunduğu kariyer fırsatlarına gönderme yapılmaya çalışılmış sanırım.  Gerçi orijinalinde "When my Jesus washed ... my sins away" diyor, belki de geleceği görüp (şarkının yapıldığı  yıl 2001) Lehman Brothers skandalından dem vurmuşlardır. In work & play diye çığlıklar atarak da sabahlara kadar çalışan zavallı yeni mezunların feryatlarına kulak kabartmışlar diye düşündüm. Çok çalışıyoruz, biz bir takımız, liderlik ruhumuz çılgın gibi ve ayrıca çalışırken çok eğleniyoruz şovundan dolayı ernst & young'ı kutluyorum. Sayelerinde kendim için bir marş düşündüm ve motivasyonla doldum:

demokrasi kurtar bizi vol 2

Bir önceki Ahmet Altan eleşirimle ilgili Arthur kardeşimin eleştirilerine cevap yazarken uzatınca eleştirimin biraz daha da derinleşmesini sağladığı için yazıyı bloga almaya karar verdim. Ama önce cravanesque fikriyat'a bakmanız gerekiyor.

Öncelikle iki noktaya netlik getireyim:

Birincisi, ben de insanların illa ki kapitalizmden öldüğüne inanmıyorum. Arthur'un da alıntıladığı paragrafta dediğim gibi “alıntıdaki düz mantığa indirgenebilir olduğu varsayımıyla” demokrasi olmadığı için değil kapitalizm olduğu için insanlar ölmüşlerdir dedim. Arkasından “sosyal devlet” (welfare state yerine kullandım bunu da) olsaydı ölmezlerdi diyerek de zaten ne kapitalizmi ne de demokrasiyi elimin tersiyle ittim.

İkincisi, “padişah değil de temsilciler seçme özgürlüğü” diyerek de genel olarak freedom of choice’un kapitalizmin de temelinde olduğunu göstermeye çalıştım çok basit bir şekilde, yoksa demokrasi bundan ibarettir diye bir savım yok, öyle olsa dangalakça olurdu.

Benim temel eleştirime zaten Arthur da Ahmet Altan’ın fazlasıyla basite indirgeyerek yazdığını söylerek katılmış, ama ona göre Altan bunu bu şekilde ifade edebilmeliyken, bana göre bu şekilde ifade ederek bir çok başka sebebin üzerini çiziyor ve yanlış olan bu.

Salt demokrasiyle toplum refahının yükselebileceğini düşünmek fantezi çünkü, ikisi arasındaki ilişki bence karşılıklı ve “recursive” (bulamadım türkçesini) yani refah seviyesindeki artış demokrasinin de ilerlemesine, demokrasideki ilerleme de refah seviyesindeki artışa karşılıklı neden oluyor. Bu yüzden de tek başına demokrasi toplum refahını artırır savına inanmıyorum. Buradan yola çıkarak İsviçre örneğine gelirsek, İsviçre’nin dağ köyündeki asfalt yolu olmayan köylülerin köy birahanesinde toplanıp demokratik bicimde herkesin konuşma hakkına sahip olduğu bir toplantı yapabiliyor, bunu değiştirmek için ne yapabileceklerini istişare edebiliyorlar çünkü sosyal devletin sağlaması gereken eğitim, sağlık imkanlarına herkes kadar ulaşabiliyorlar, yoksa zaten öncelikleri kerpiç ev ve asfalt yoldan ziyade Elazığ’daki köylüler gibi hayatlarını bir şekilde sürdürebilmek olurdu.

Cravan'ın Türkiye konusundaki eleştirilerine de olduğu gibi katılıyorum ve evet en kral demokrasi de gelse, onun devlet kapitalizmi benim vahşi kapitalizm dediğim koşullar varolduğu sürece, o insanlar yine ölür. Önce kapitalizmi dizginlemek bunu da demokrasiyle, hukukla desteklemek lazım ki Elazığ’da insanlar haklarının gaspetildiğinin farkına varabilsin, köy kahvesinde toplanıp “bize yanlış yapıyorlar” desin.

demokrasi kurtar bizi!

Elazığ’da onlarca insan yıkılan kerpiç evlerin altında boğularak öldü. Felaketi anlatmak için İsmet Berkan şu fotoğrafı twitlemişti:


İnsanları depremin değil kerpiç evlerin öldürdüğü konusunda başbakan dahil herkes hemfikir, Erdoğan’ın konuşması kutsal kitaptan alıntı gibi: “Şüphesiz ki bu bölgenin yerel mimari anlayışı kerpiç yapılanmadır. Bu kerpiç yapılanmanın da ne yazık ki tabii faturası, bedeli ağır olmuştur. Bir asra yakın bir süredir deprem görmeyen bu bölgede şu anda bir deprem gerçekleşiyor. Deprem olan bu bölgemizi şüphesiz ki çok daha farklı bir şeklide imar etmek için de süratle Toplu Konut İdaremize gerekli talimatları verdik.” (ntvmsnbc, 2010) Şüphesiz ki başbakanımızın söylediklerinde doğruluk payı vardır ve TOKİ’ye gerekli talimatların depremden sonra verilmesiyle ilgili ne yazık ki herkesin bildiği bir Nasreddin hoca fıkrası vardır.

Ahmet Altan da dünkü yazısında kerpiç evlerin varlığını demokrasinin yokluğuna bağlamış. Yazının ilk satırlarında siz de bir Yılmaz Özdillik yakaladınız mı? Benim şahsen tüylerim ürperdi. Kısa cümleler, tekrarlar ve enterlarla ilgilenmeyeceğim gerçi, benim konum Altan’ın sonlara doğru yaptığı tespitler:

“...
Ben yeniyetmeyken mahalle çocuklarının çok sevdiği galiz bir laf vardı, dayanamayacağım söyleyeceğim, “bana faydası olmayan kilisenin papazını öpeyim,” alın imparatorluğunuzu, cumhuriyetinizi, laikliğinizi, ilke ve inkılâplarınızı, şapkanızı, darbenizi, ne isterseniz ondan yapın.
Bunlarının hiçbirinin o köylülere bir faydası yok, olmamış, olmayacak.
Onların hayatını bunların hiçbiri kurtarmaz, onların hayatlarını, buralarda aydın geçinenlerin bile bir tür “fantezi” sandıkları “demokrasi” kurtarır ancak.
...
Demokrasi, insanın her şeyden daha önemli ve kutsal olması anlamına gelir, demokrasi olsaydı, Meclis lojmanlarına, orduevlerine, memur kamplarına, Atatürk heykellerine harcadığınız parayı Elazığ köylerine harcamak zorunda kalırdınız, kerpiç evlerin içinde sabaha karşı yıkılan duvarların altında ezilerek ölmezlerdi.
Asfalt yolları, sağlam evleri, çiçekli bahçeleri olurdu.
...”


Asfalt yollar, sağlam evler, çiçekli bahçeler demokrasiyle olur mu hakikaten? Aydın geçinmiyorum ancak Ahmet Altan’ın “demokrasi”den anladığı bana bir tür “fantezi” geldi.

Elazığ’daki insanlar demokrasisizlikten değil, yoksulluktan ve Altan'ın yaptığı gibi illa ki tek sebep tek sonuç üzerinden ilerleyeceksek, kapitalizmden öldüler. Demokrasi kapitalizmin karşısında duruyor olsaydı, alıntıdaki düz mantığa indirgenebilir olduğunu varsayımıyla, bir nebze kabul edilebilir bir tespit olabilirdi  Altan'ınki . Ama demokrasi dediğin kapitalizmle kolkola yürüyor benim bildiğim. Sonuçta, kapitalizmi feodalizmden ayıranlardan biri de “hesabına çalışacağın sermaye sahibini seçme özgürlüğü” ve böyle bakıldığında padişah değil de temsilciler seçme özgürlüğüne pek benziyor.

Peki Elazığ'daki insanların asfalt yolları, sağlam evleri, çiçekli bahçeleri nasıl olurdu? Neden olamadı ve neden öldüler?

O insanlar Türkiye sosyal devlet makyajı yapmayı bile başaramadığı için, vahşi kapitalizmi dizginleyemediği, gelir dağılımındaki uçurumun derinleşmesini engelleyemediği, devletin aklına kerpiç ev yerine toplu konut yapmak deprem olduktan ve 50 kişi öldükten sonra geldiği için öldüler. Yoksa en kral demokrasi de gelse, eğitim ve sağlık, eşit ve ücretsiz dağıtılmadıkça, işsiz kalanlar aç kaldıkça o insanlar yoksul kerpiç evlerinde doğar, yaşar ve ölürler. Ahmet Altan da en iyi ihtimalle kavram kargaşası yaşıyor, yoksa madende ölen işçileri ergenekona bağlayan samanyolu tv'den pek farkı yok şu yazının.

*

Fotoğraf: Radikal Galeri Haber
Başbakanın Açıklamaları, ntvmsnbc
Ahmet Altan'ın yazısı, Taraf

*

Yağız'ın yorumundan sonra Zübük'ü eklemek farz oldu, "demokrasi öyle bir şeydir kiii tadından yenmez!"


Sokaklar Bizimdir Hesap Sorulmaz, 12'den Sonra Büyü Bozulmaz

 

Bu akşam ben de kadınlarla birlikte sokakta, tünelde, meydanda kadın başıma parti yapıyorum!
 
8 Mart gecesi sokaktayım, arkadaşlarımla birlikteyim, eğleniyorum. Tüneldeyim, meydandayım. Omuz ya da laf yemeden, duvarlara itilmeden, karaltılara aldırmadan ilerliyor, alt geçitlerden geçiyorum. Korkumu yatıştırmak için cebimde telefonumu aramıyorum elimle. Hep sıkı sıkı sarıldığım kocaman çantamı da evde bıraktım. Erkek gibi yürümeye çalışmıyor, bana çevrilen bakışlardan kaçmıyorum. Geldiğim bu yerde birini bekliyormuş gibi yapmak zorunda değilim, tek başıma ya da arkadaşlarımla ya da bir kadının eli elimdeyken. Issız köşelerden kaçmadan, görünmez olmak için çabalamadan, bir erkeğin koruyucu kolu olmadan, kendi kendime rol yapmadan ilerliyorum.

Meydan okuyorum, meydandayım, meydan okuduklarıma maruz kalmamak için geldim buraya.... Yerleştiğim kente bağlanıyor, gecenin ve sokağın tekinsiz kalbinde şarkılar söylüyorum. Tüm gün sakınmadığım adımıma hız veren korku değil, bir kutlamanın coşkusu. Kaşlarımı çatmadan, kendi kılığımda eğleniyorum.

İnerken arkamda bıraktıklarım ve çıkarken karşılaştıklarıma, bana sokulmaya çalışan korkuya, karanlığa, bunlara rağmen buradayım. Gecenin sonunda eve vardığımda, güvende olduğuma dair haber bekleyen hiçbir arkadaşımı "çaldırma" ihtiyacı duymayacağım.


Telaşımı heyecanımda yok ettim, ışıkta duruyorum ve gülümsemekten imtina etmiyorum.

“Sokaklar Bizimdir Hesap Sorulmaz, 12'den Sonra Büyü Bozulmaz”

barney

neoklasik iktisatçı gibi duruyor ama gizli ekolojist bu adam, demedi demeyin.

bankalar ve kârları

Geçenlerde, binlerce işçi çıkaran bankalar bir bir kârlarını açıklıyor yazmıştım ancak detaylı bakma fırsatım olmamıştı. Akbank finansal tablolarını ve bağımsız denetim raporunu websitesinde yayınlamış, buna göre 2008 yılı sonuna yaklaşırken bin küsur çalışanını işten çıkaran Akbank, 2009 yılında net dönem kârını %53, özkaynaklarını ise %28 artırmış.

Kadir, “Peki neden bankaların aldığı personellerden bahsetmiyorsun?” demişti, personel akış tablosu gibi bir şey yok ama bağımsız denetim raporunun 2. sayfasındaki “31 Aralık 2009 tarihi itibarıyla Banka’nın personel sayısı 14.714 (31 Aralık 2008: 15.127) kişidir.” notundan 2009 yılı içerisinde bankanın personel sayısının nette 413 kişi azaldığını görüyoruz, halbuki işten çıkarmalar Kasım 2008’de olmuştu. Eylül 2008 raporuna bakarsak, denetim raporu tarihi itibarıyla Banka’nın personel sayısının 15.789 olduğunu görebiliyoruz. 

Özetle, Eylül 2008’de Akbank’ın personel sayısı 15.789 iken özkaynak büyüklüğü TL 11,2 milyar imiş, Aralık 2009 itibarıyla personel sayısı nette 1.075 azalan Akbank’ın özkaynak büyüklüğü 2008’in üçüncü çeyreğiyle karşılaştırıldığında %29 artmış. İşten çıkarmalardan sonra 2008 yılı dönemi için TL 1.7 milyar kâr açıklayan Akbank, 2009 yılı dönemi için de TL 2.7 milyar kâr açıklamış.

Olan yine çalışanlara oldu yani, beyaz yakalılar örgütlenmemeye ve kendilerini pöti burjuva olarak görmeye devam etsinler.

mühim olan niyet

tenarha'ya yaşam koçluğu üzerine bikbik yapıp mühim olan niyet dedim de aklıma geldi, geçen haftaki Whittington okumasında Weick'ten verilen bir örnek vardı nefis, Weick'in kendi kitabından (Sensemaking in Organizations) buldum örneği şimdi:

"The incidient, related by the Hungarian Nobel Laureate Albert Szent-Gyorti and preserved in a poem by Holub (1977), happened during military manouvres in Switzerland. The young lieutenant of a small Hungarian detachement in the Alps sent a reconnaissance unit into the icy wilderness. It began to snow immediately, snowed for 2 days, and the unit did not return. The lieutenant suffered, fearing that he had dispatched his own people to death. But on the third day the unit came back. Where had they been? How had they made their way? Yes, they said, we considered ourselves lost and waited for the end. And then one of us found a map in his pocket. That calmed us down. We pitched camp, lasted out the snowstorm, and then with the map we discovered our bearings. And here we are. The lieutenant borrowed this remarkable map and had a good look at it. He discovered to his astonishment that it was not a map of the Alps, but a map of the Pyrenees”
Özetle, tatbikata gönderilen bir grup asker Alplerde kar fırtınasında mahsur kalıyor, artık öleceklerine inandıklarında askerlerden birinin cebinden bir harita çıkıyor ve o haritaya göre yollarını bulup dağdan çıkabiliyorlar. Geri döndüklerinde yüzbaşı askerlerinin kurtulmasını sağlayan şu haritaya bir bakmak istiyor ve haritayı eline alınca hayrete düşüyor, çünkü harita Alplerin değil Pirenelerin.

Yani askerlerin o haritayla kurtulabileceklerine inanmaları onların kurtulmalarını sağlıyor, ellerine torosların haritasını versek yine kurtulacaklardı muhtemelen. Mühim olan niyete bağlayışım buradan. Weick tabi bu örneği stratejik yönetim eleştirisini yaparken kullanıyor ve kafanız karıştığında herhangi eski bir stratejik plan iş görür diyor.

Weick, K. (1995) Sensemaking in Organizations. Sage Pubications

What is Strategy -

"and does it matter? diye devam ediyor Whittington'ın sorusu, klasik stratejik yönetim teorileriyle dalgasını geçmeden önce.

Giriş cümleleri biraz fikir verecektir, ben çok güldüm:

Amazon.com lists forty-seven books available with the title Strategic Management. Most are thick tomes, filled with charts, lists and nostrums, promising the reader the fundamentals of corporate strategy. .... These texts generally sell at around $50. 


There is a basic implausibility about these books. If the secrets of corporate strategy could be acquired for $50, then we would not pay our top managers so much.

Whittington, R. (2008) What is strategy – and does it matter? Thomson, London. (Chapter 1)

Maria Puder olmak

"Şimdi aramızda noksan olan şeyin ne olduğunu biliyorum." dedi. "Bu eksiklik sana değil, bana ait. Bende inanmak noksanmış. Beni bu kadar çok sevdiğine bir türlü inanmadığım için, sana aşık olmadığımı zannediyormuşum. Bunu şimdi anlıyorum. Demek ki, insanlar benden inanmak kabiliyetini almışlar. Ama şimdi inanıyorum. Sen beni inandırdın. Seni seviyorum. Deli gibi değil, gayet aklı başında olarak seviyorum. Seni istiyorum. İçimde müthiş bir arzu var. Bir iyi olsam!”
Sabahattin Ali, Kürk Mantolu Madonna

***

Bundan yaklaşık 10 sene önce Maria Puder olduğumu sanarken Raif Efendiydim, büyüdüm Maria Puder oldum. Yani:

"Nereye çağırırsan gelirim!"